Polonya’
nın kuzeyinde, Tczew’den Merhaba! Son dakika başvuruları, heyecanlı
bekleyişler ve Gökay Bey’in yardımları sonunda işte burada, gönüllülüğümün 3.
ayındayım. Tüm başvuru ve kabul edilme süreci bittiğinde, “Sonunda…” diyordum,
“Sonunda bitti”. Oysa yeni başlamış meğer sonunda. 9 aylık bir hikâyenin ilk 3
ayına dönüp baktığımda, gülümsediğim birçok anının başında, Polonya’ya gidişim
ilk sırada. Evet, sanırım Gökay Bey’i dinleyip daha az eşya almalıydım.
Evet,
ne demiştim… Uçakta başladı her şey. Biraz yolculuk, biraz ilk günlerin
izlenimleri, biraz dile alışmanın zorlukları… Tczew’den canlı canlı, gönüllünüz
bildiriyor…
-Aziz
Simon-
Uçakta
hüngür şakır ağlamanın ardından kafamı dağıtmak için Lehçe çalışmaya karar
vermem Simon ile tanışmamı sağladı. Yolculuğumdaki ilk meleğim. 5000 kiloluk
valizlerimi nasıl taşıyıp da hayatta kalırım diye düşünürken… Cevap veriyorum…
Simon sayesinde Uçaktan inince pasaport kontrolünde beni yarım
saat bekleyen sevgili Simon bagajlarımla da ilgilenir, benim için
dolandırılmayacağım bir taksi cağırır ve beni merkez tren istasyonuna götürmesi
için taksici ile konuşur. Bitmedi. Giderken telefonunu verir ve yardıma ihtiyacım
olursa arayabileceğimi söyler. Bu çocuk Aziz ilan edilmeli. Aziz Simon.
-Warsaw
Central Train Station (but where is the train)-
İngilizce
bilmeyen Polonyalı Amca ve Lehçe bilmeyen ben, merkez tren istasyonundayız,
valizler kaldı mı bana! Kapıya kadar 50 metre var yok ama ben nasıl kıpırdarım
bunlarla bilmiyorum. Valizleri çekiştirirken gökten 2. melek ”Por favor”
diyerek iner. Valizleri içeri taşır ve beni bilet satış ofisinin önünde bir
saat bekleyeceğim kuyruğa doğru yönlendirir.
Bilet
alınır, valizler çekiştirilir. İyi de nereden bineceğim ben şimdi bu trene?
Tren yok ortada derken, yaşasın turist ofisi! Bir heyecan içeri girilip aynı
hızla dışarı çıkılır. Arkadaşların turistten kasıtları yerli turist olacak ki
İngilizce öğrenmeye gerek duymamışlar.
Elimde
8+26+12 den 46 kilo eşya ve bir bilet var. Bilet gişesinden uzaklaşan
insanların aşağıya doğru inme eğilimleri gözlemlenir ve yürüyen merdivende
akrobasi başlar. İndik aşağıya. Peki, hangi peron? O sırada
karşılaştığım göbekli Rus Amca 10 Zloty (Polonya para birimi) karşılığı
peronumu bulmaya ve valizimi perona götürmeye razı olur. Nasıl oldu bilmiyorum
ama anlaştık.
Neyse
ki doğru perondayım. Buna eminim çünkü treni beklediğim 1,5 saat içinde onlarca
kişiye elimdeki bileti göstermek suretiyle sordum. Evet; 1,5 saat ayakta
bekledim çünkü valizleri tekrar yukarı çıkarıp aşağıya indirmeye
kalkamazdım ve oturabilecek bir yer yoktu.
Bir
milyonuncu deneme başarılı. Sonunda benimle aynı trene binecek 2 çocuk buldum.
İnanılmaz ama İngilizce biliyorlar. Tren geldi. Peron çok kalabalık ve ben
çığlık atmak istiyorum. Durumu şöyle açıklayayım. Tren perona yanaştı. Yanaştı
derken, vapurun iskeleye yanaşmasını ve arada kalan o boşluğu hayal
etmenizi istiyorum. Trene binebilmek için aşmam gereken bir kalabalık,
içine düşebileceğim bir boşluk, birkaç tuhaf yüksek merdiven ve toplamda
46 kiloluk 3 valizim var. Evet, çığlık atmak istiyorum. O sırada treni
sorduğum çocuklardan birisi kendi çantasını arkadaşına verir ve valizlerden
birine el atar Etti mi melek no.3. Ben
diğerini kaldırmaya çalışırken trenin içinden bir başkası bana yardım etmeye
çalışır. Ortalık biraz karışır ve bu arbedede kol çantam aradaki boşluktan
rahatça rayların üzerine uçar! Aman tanrım! Ben düşsem daha iyiydi!
Pasaportum, telefonum, param, bilgisayarım… Her şeyim şu an2,5 metre
aşağıda! Bu dakikada günün diğer kahramanı ortaya çıkar. Kahraman Polonyalı
Amca kendini o boşluğa atarak çantamı kurtarır. Sonra biz de 3 kişi onu yukarı
çekeriz. Onu seviyorum. Evet, çok seviyorum onu.
-In
the middle of nowhere-
Trene
bindim. Ben ve valizimi taşımaya yardım eden çocuk hala şoktayız. Tren dolu ve
daracık koridorda valizlerle ilerleyip yer bulmaya çalışıyoruz.
Sonunda
huzurlu bir kompartıman ve boş bir yer. Huzurlu kısmı ben gelene kadardı tabii.
Karşılıklı olarak ancak 6 kişinin diz dize oturabileceği bir oda düşünün.
Koltukların üzerinde demirden bir raf var. Valizler oraya! Peki, ama
nasıl? Ben bu valizi yerden5 cm bile kaldıramam ki! O noktada seferberlik
başlıyor, herkes valizlerini kenara çekiştirerek önce benimkilere yer açıyor
sonra ben elimi bile sürmeden hepsini yukarı yerleştiriyorlar. (Yukarı derken,
boy standartları ile orantı olarak bana göre bir hayli yukarıdan söz ediyorum.)
Oturdum.
İnanamıyorum. Yorgunluktan ölebilirim. Bunu düşünürken uyandım! Ne ara
uyuduğumu bilmiyorum ama saatime göre, trene bineli 1 saat olmuş.Birkaç durak
geçtik ama ne trende bir anons var ne de istasyonların isimleri. Peki ben
nerde ineceğimi nasıl bileceğim? Bu endişemi kompartıman arkadaşlarımla
paylaşmam ile öğreniyorum ki İngilizce bilmiyorlar. Sözün bittiği yer!
Tüm
söylediklerimden anladıkları ya da benim tek anlatabildiğim kelime `Tczew`. Bu
da yeter. Artık herkes nereye gitmek istediğimi biliyor ama oranın tam olarak
nerede olduğunu bilmiyorlar.
Saat
18.00. Ayaklarım, bacaklarım ağrıdan kopmak üzere. Hareketsiz oturmanın bu
kadar zor olduğunu tahmin bile edemezdim. Hala nereye gittiğimi bilmiyorum.
Polonya‘nın ortasından dere tepe gidiyoruz. Hiç istasyon adı görmedim.
Saat 19.30. Bir yerde durduk yine. Bir iletişim atağında daha
bulunuyorum. Ve bu vesileyle öğreniyorum ki kompartımandaki 50 li yaslardaki
teyze söylediğim her 10 kelimeden 1-2 tanesini anlayabiliyor. Çok Şükür! Beni
kolumdan tutup trenden dışarı çıkarıyor. Nereye götürse gitmeye hazırım şu an.
Fırsattan istifade, teyzeye ne kadar yolum kaldığını soruyorum ve aldığım
cevapla dumura uğruyorum: ‘2 years!‘ 2 yıl daha bu trendeyim :) 5 dakika mola ve sonra tren
kalkıyor.
Saat 20.45. Sonunda bir istasyon ismi görüyorum. Ve güzel olan
şu ki, bu istasyonun benimkinden hemen önceki olduğunu biliyorum. Tam bu
sırada yol arkadaşlarım, kendilerine Türkçe `Seni seviyorum` demeyi öğretmemi
istiyor. İyi de biz İngilizce bile anlaşamıyoruz, Türkçe nereden çıktı?
Öğretiyorum.
Saat 21.14. Herkes kalkıp valizlerimi indiriyor. Kompartımandan
başka bir kız da benimle kapıya kadar geliyor. Tren duruyor ve kızla birlikte
valizleri indiriyoruz. Daha doğrusu, daha çok o indiriyor. Ona sarılmak
istiyorum.
-Tczew-
İndim!
Başardım. Valizlerin yanındayım. Beni kimler karşılayacak bilmiyorum. Telefon etmeliyim.
Bu sırada 4 kişi yanıma yaklaşıyor. Nasıl görünüyordum bilmiyorum ama
suratlarında şaşkın bir ifade olduğunu söyleyebilirim. İlk kelimeleri, şaşkın
bir gülümsemeyle ”Welcome! ” oldu. Benim ağzımdan ilk çıkabilen ise ”Aman
tanrım buradasınız. Buradayım.” oldu. Sonra ”Sizi Seviyorum” dedim. Arkasından
ağlamak istedim ama hiç halim yoktu. O yüzden ”Let’s go” dedim.
-Overdose-
Eve
geldik. Ev! Mutluluktan ağlayabilirim. Kapılar, koltuk, mutfak, pencere,
tuvalet! Hepsi benim! Hoş geldin komitesinin sürprizi yorgunluk
birasıydı.Üstelik yiyecek bir şeyler bile ayarlamışlar. Bunca sefilliğin
üstüne aşırı doz konfordan ölmek üzereyim. Saat 11 gibi bana veda edip
gittiler.
-İlk
gün-
Saat
11’de Ania, Julia ve Artur kapıda. Kısa bir şehir turu ve vakıf gezisi. Vakfın
binası labirent gibi. Kaybolursam 9 ay yolumu bulamam sanırım.
Polonyalıların
İngilizce konuşma korkusu beni olduruyor. Bir dene, değil mi? Günü kurtaran
Artur. Eve dönüşte beni dondurmayla ödüllendiriyor. O beni eve bıraktıktan sonra,
dışarı çıkmak için cesaretimi topluyorum. 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra
kaybolmadan eve dönüyorum. Hemen şehir haritası edinmeliyim.
-25 min ice cream-
Her
şeyi XL sevdiklerini söyleyen bu arkadaşların samimiyetlerinden artık eminim.
Bir dondurmayı yemek 25 dakika sürer mi? Sürdü. Tek başıma bitirmem mümkün
değildi. Bu yüzden paylaştık. Ben, pantolonum, t-shirtümle hep birlikte
dondurma yedik.
-The
Art of Being a Stranger-
Hani
“Beni kimse anlamıyor.”, ” Ama beni niye anlamıyorsunuz?” deriz ya… O öyle
olmuyormuş. Evet, şimdi o cümleleri yerli yerinde kullanıyor olmanın verdiği
gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, “Beni kimse anlamıyor!”
İnsanlar
“Çok popüler olduğum ” için beni bir yere davet etmeye çekiniyor. Popülarite
durumunu şöyle açıklayayım. İzmir Hayvanat Bahçesindeki yavru fil İzmir
gibiyim. O kadar popülerim demiyorum, onun gibi popülerim. Herkes benimle
oynamak, kuyruğumu falan çekiştirmek istiyor. Konuşunca şaşırıyorlar. Diğer
maharetlerimi de görmek ve yakınlarına göstermek istiyorlar. Açıkça söylüyorum
bu durum çok ürkütücü. Kasabanın yeni oyuncağıyım.
-Lehçe Dersleri-
Şimdi,
düşünün… Mesela çocuksunuz annenizle yürüyüşe çıkmışsınız. Mesela, gayet sakin
yan yana yürüyorsunuz ve şöyle bir diyalog gelişiyor:
Anne: Aferin çocuğum,
bak ne güzel koşmadan yürüyorsun.
Çocuk: hmhm…
Anne: Koşma evladım.
Koşmak iyi değil.
Çocuk: Koşmuyorum ki
anne.
Anne: Aferin. Çocuklar
böyle durumlarda genelde koşuyor. Koşmamalısın. Bu doğru değil.
Çocuk: Peki.
İşte
bu senaryo benim lehçe derslerimin özeti! Simdi bunu uyarlayalım…
Öğretmen: Aferin. Ne
güzel okudun.
Ben: hmhm.
Teşekkürler.
Öğretmen: Bu ‘do’. Bunu
‘du’ olarak okumamalısın. ingilizcedeki ‘du’ diil bu.
Ben: Öyle okumadım ki
Öğretmen: Aferin. Genelde
bunu böyle okuyorlar. Bu ‘du’ değil , ‘do’!
Ben: ‘do’
Öğretmen: ‘do’
Ben: Peki.
‘dooooooo…’
-Artur
and Tarzan-
Ampul
bozuldu. Olsun. Yalnız yaşıyorum ve pek çok kez ampul değiştirdiğim için
bununla baş edebilirim sandım! Tavandan sarkan ahşabın ucunda 4 tane
karpuz var. Yapacağım tek şey lambayı çevirerek çıkarmak ve ampule ulaşmak.
Sandalyenin üzerine çıkılır. Kollar havaya… çevir.çevir…çevir. No way! Vazgeçtim.
Karanlıkta oturmak istiyorum.
Kurtarılmaya
ihtiyacım var. Artur ve Bartek’e mesaj atıyorum. Lambayla ilgili sorunu, orada
tuhaf bir şekilde asılı durduğunu, pazartesi gelip beni
kurtarmalarını, aksi halde bir silah alıp onu vurmayı düşündüğümü söylüyorum.
Silah konusunda sakin olmamı ve pazartesi sorunumu çözeceklerini söylüyorlar.
Bu
sabah ofise geliyorum ve Artur’ la konuşunca gülmekten karnıma ağrılar giriyor.
Çünkü İngilizcesi çok da iyi olmayan Artur mesajımı ilk okuduğunda hayal
gücü devreye giriyor, lambaya asılı kalanın ben olduğumu ve oradan mesaj
attığımı düşünüyor. Aferin Artur! Bir daha lambaya asılı kaldığımı düşünürsen,
beni kurtarmak için Pazartesi’yi bekleme, olmaz mı?
-Ne öğrendik..? -
Yürüyoruz. İyi de, bir şey söylemem lazım. Bir şey
söylemek için önce onu kafamda tasarlayıp uygun sesleri bulmam lazım. Bunun
için zamana ihtiyacım var. Öyle pat diye söyleyemem. Grup da kalabalık... O
halde önce dikkatlerini çekmem lazım. 'Bekleyin' demeye karar veriyorum. Ya
da belki önce yanımdakinin dikkatini çekmeyi başarmalıyım. 'Bekle'!
'Cemay'! Yok, bu olmadı. ama eminim böyle bişiydi. Ufak bir
değişiklik yapmaya karar veriyorum. 'Ceday'! Yanımdaki kız bana
baktı! Demek ki doğru yoldayım. Bu kez ısrarcı olacağım. 'Ceday, ceday...'
Natalia'nın yüzünden anlıyorum ki yanlış bişi yapıyorum
ama yok yani daha fazla yaklaşamıyorum. Haydaaaa...Kız Starwars'dan falan
bahsetmeye başladı. Bir yerde yanlış yapıyorum ama... Bir aydınlanma ifadesiyle
Natalia kahkahalara boğulur! 'Czekaj'! Konuyu starwars'a getirerek yeni bir
sohbet konusu başlatmış olmak güzeldi ama amacın hayli uzağındaydı. Olsun
:) Sonunda buldum. 'Czekaj'! 10 dakika sürmüş olsa da sonunda sesimi
duyurdum.
Bu vesileyle, ben, bilinçaltım, bilinç üstüm, alt-üst olmuş
bilincim, hep beraber öğrendik ki, dil öğrenmenin öncelikli amacı derdini
anlatmakmış. hal böyleyken, kafa göz yara yara konuşmak da mubahmış!
Gözde
ÖZGEN
Yaşadıklarını çok güzel ifade etmişsin. Tüm bu zorlukları göze alabildiğin için seni ve cesaretini kutluyorum :) Mutlu AGH'ler!
YanıtlaSil"Arkasından ağlamak istedim ama hiç halim yoktu." bu cümleyi çok sevdim :) ellerine sağlık , devamını da bekleriz ona göre..
YanıtlaSilTeşekkürler arkadaşlar :) kafamı toplar toplamaz, bir İzmirlinin "kar" gördüğündeki tepkileri ve "karda yürüme üzerine deneysel çalışmaları" olarak devam ettireğim anılarımı. evet, anladıgınız üzere hayatta kaldım :) sevgiler...
YanıtlaSilHarika bir şekilde ifade etmişsin :) Teşekkürler Gözde ;)
YanıtlaSil