20 Mart 2013 Çarşamba

Üç harfin kaynaşmış en yumiyum hali : AGH



Her şey bir Umut Sarıkaya hikayesi tadında başlamıştı aslında. Üniversite mezuniyetimden sonra illa ki yurdun dışına bi yere çıkacaktım; mümkünse geri dönmesem de olurdu. Bu kararlılıkla AGH'ye başvuru sürecim başladı. 2011 yazında mezun olur olmaz gidebilmeye o kadar şartlandırmıştım ki kendimi, günde 5-6 saatimi bilgisayar başında proje arayarak geçirmeye adamıştım. Hayatımda uğruna bu kadar azimle çalıştığım başka bir şey bilmiyorum. Bu yıpratıcı durum 3-4 ay sürdü. Ya güzel bi şehirde ve ülkede çok da ilgilenmediğim bir projeye dahil olacak -böylece gönüllülük zamanlarında oluşabilecek stresi atabileceğim bir ortam illa ki olur diye düşünüyordum- ya da yeri önemsemeden ekolojik bir proje bulacaktım. İkinci seçenek bir anda çıkıverdi karşıma ve başvurmamla beraber Romanya'nın Braila şehrindeki 10 aylık projeye kabul edilmem bir oldu.




Aslında en başından ev sahibi kuruluşumda bir takım arızalar olduğu çok belliydi. Gönderen kuruluşumu (Yaşar Üniversitesi) tüm uyarılarına rağmen dinlemedim, direttim -nitekim proje konusu ve tarihi tam benlikti.- ve boyumdan büyük valizimle 1 Ağustos'ta Bükreş'e ayak bastım. Daha ilk günden çanlar çalmaya başladı. Aynı organizasyonda 10 gönüllüydük, plana göre hepimiz havaalanında karşılanacak ve Bükreş'e 3 saat uzaklıktaki yeni şehrimize götürülecektik de programa göre sabah 11 de gelen arkadaşın gece yarısı gelecek arkadaşı bütün gün hava alanında beklemesi gibi absürd bi durum vardı. Neyse ki ben vardığımda saat akşamın 7'siydi ve THY sponsorluğunda aktarmalı uçuşumda iki kez akşam yemeği yediğim için karnım fazlasıyla toktu. Böylece gece yarısı gelecek Portekizli arkadaşa karşı kötü duygular beslemekten kurtardım kendimi. Bu ve bunun gibi 10 ay boyunca beni bekleyen bir sürü organizasyon sorunu mevcuttu.



Bundan sonrası ise daha çok Temel fıkralarını aratmayacak cinsten. 1 Fransız, 1 Alman ve 1 Türk aynı evde! Başlarda karşındakileri bakışlarla analiz etme çabaları ve yapay bi ölçülülükte davranışlar. Fakat noluyorsa daha 3. günde kayışlar kopuyor ve kendimizi bir anda Britney Spears'ın "Ooops I did it again"şarkısına klip çekip Romence öğretmenimizi taklit ederken buluyoruz. Bu ve bunun gibi yüzlerce anım var, anlatsam size göre o kadar da komik olmayacak cinsten. Can sıkan bir "big boss" umuz vardı yalnız. Konuşmak istemediğinde kapıları suratımıza kapayan, istediği şeyleri bağıra çağıra yaptırmaya çalışan. Zira saygısızlık hat safhadaydı. Nitekim 2. ayda kendimi huzur evi, kreş, otistik çocuklar evi gibi yerlerde bulmaya ve ben bunları yapmak için buraya gelmedim diye bas bas bağrınırken buldum. Sonuçta istediğiniz hiçbir şey tepside sunulmuyordu.Proje arkadaşlarımla çok çalıştık, çok uğraştık. Kendi fikirlerimiz ve ufak projelerimizi kavga dövüş hayata geçirebildik ve yereldeki gençlere yaratıcı yollarla çevre bilinci aşıladık. Tabi ki de dünyayı kurtaramadık ama ufak adımlar işte...

Bunların yanında Romanya demek özgürlük, zamansız-mekansız yaşamak, otostop çekmek demekti. Koskoca bir ülkeyi eviniz gibi hissetmek demekti. 30 €'ya, otostopla 10 günlük ülke turuna çıkıp cebinizde para artırarak evinize geri dönebilmekti. İlk uzun seyahatime ev arkadaşlarımla çıkmıştık; 3 kişi. Sadece otostopla ya da yürüyerek 1400 km yaptık. Couchsurfing'ten ve yolda tanıştığımız insanlardan başka konaklama imkanı kullanmadık. Özellikle de köylerde kalacak yer aradık Köyde couchsurfing! İnanmak zor. Bu gezi sırasında kötü olan hiçbir şeyle karşılaşmamamızın yanı sıra o kadar iyi şeyler geçti ki başımızdan hayat algılarmız değişti. Sonrasında bu seyahatler alışkanlık haline geldi. Tek yapılması gereken nereye gidileceğine karar vermekti. Ve en güzeli para hiçbir zaman kısıtlayıcı bir faktör değildi. -10 derecede Transilvanya'nın bir dağında donacağımızı düşünerek yoldan bi araba geçse diye beklerken, pekala 5 çocuklu ailesiyle Hans minibüsüyle önümüzde durup üstüne üstlük kalacak yerimiz olmadığı için bahçedeki misafir kulübesinde bizi ağırlayabiliyordu. Hayatta böyle şeyler de var diyordunuz. Hiç tanımadığınız bir insana tanıdığınız birçok insandan daha fazla güvenebiliyordunuz. Hele bir de Tony Gatlif ve Emir Kusturica aşığıysanız kendinizi bi anda Transilvanya'da film çektiğinize inandırabiliyordunuz :) Sonra bir bakmışsınız Noel tatilinde fransız arkadaşınızla Fransa'ya gidiyorsunuz, tepeden inme Paris'e düşüyorsunuz bi sürü eş dostun içine, arkadaşınızın köyünde Noel kutlarken annesiyle örgü örüyorsunuz falan... "Jötem"ler havada uçuşuyor. 3 ay sonra hoooop 9 €'luk tren-uçak biletleriyle İtalya'yı dolaşıyorsunuz bir uçtan diğerine. Ciao Bella, pizzettoların biri gidip diğeri geliyor. Hayatın deviniminin mükemmel olduğunu anlıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki aslında motivasyon mektubunuzda üstüne basa basa ama çok da inanmayarak değindiğiniz "cultural interactions" ın ta kendisi olmuşsunuz. Nitekim bir gün bir baktım Macaristan'dan dönerken bizi yoldan almış Türk tır şoförü Hasan Amca'ya Estonyalı ekürimin Fransız sevgilisinden ayrıldığı için ne kadar üzgün olduğunu anlatırken ardından Hasan Amca'nın kendi kızları Burcu ve Başağı anlatmasını ve Burcu'nun ilk büyük aşkı beş para etmez Egemen'in hikayesini dinliyorum.

Hatıralarımı anlatarak bitiremem. Size sadece çerçeveyi gösterebiliyorum şu an. En güzeli de o 10 ay boyunca insanları sadece insan olarak gördüğünüzü pratiğe dökerek deneyimlemekti. Fark etmiyordu Alman, Portekiz, esmer, sarışın, Müslüman, Hristiyan, homoseksüel ya da heteroseksüel. Çok klişe belki ama insan sadece insandı işte. Herkes sadece kendisiydi. Bunu bu şekilde yaşadıkça da paylaşım denen şey inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.

Bunlar da gerçek hayatta oluveriyordu işte. Dilini bilmediğiniz bir insan en yakın dostunuz belki sevgiliniz oluverebiliyordu. Güven, anne babalarımızın bize öğrettiği gibi hiçbir zaman hissedilmemesi gereken bir his olmaktan çıkıverebiliyordu. Herkes kendi gibi davranabiliyordu ve sefilliği en güzel haliyle yaşayabiliyordunuz. Yollarda, parklarda hiç bilmediğiniz evlerde kalabiliyor dünya sizinmiş gibi hissedebiliyordunuz. Ha bi de alkol aşırı ucuz olabiliyordu :)

AGH böyle bissürü birşeyler işte. Şansıma ben nasibimi çok iyi aldım. Öyle ki 10 ay sonunda ülkeme dönmek istemiyor, hayatı toz pembeden de öte Türkiye'deki çevreme göre tuhaf anlaşılmaz yollarla algılıyordum. Bu iyi mi kötü mü hala bilemiyorum.Sonuçta bazen insan aşırı genişlemiş ufkunu nerelere sığdıracağını bilemiyor. Ve keskin bir şekilde bir dönemin bitip eskisiyle pek bağdaşmayan yeni bir dönemin içinde buluyorsunuz kendinizi. Ama olsun Umut Sarıkaya'nın da dediği gibi "Akıllı olana her yer Amerika!" diyerek avutuyorsunuz kendinizi.

Şu an uğraşmam gereken bir sürü iş, güç, sorumluluklar, insanların gerçek hayat dediği sıkıcı şeyler mevcut. Ancak aynı hayat yeni renklerle, dostlarla, aşklarla da dolu. Hayat sizden bir şey alan veya size bir şey veren bir kurum değil. Siz sadece fırsatları değerlendirebiliyor ya da değerlendiremiyorsunuz. Dönüşümün üzerinden 9 ay geçti ama ben hala her gün AGH'ye ait bi anımı mutlaka hatırlıyorum, Temel fıkrasına konu olabilecek dostlarımla sınırları zorlayarak görüşüyorum ve hani olur da size bir esin kaynağı olur diye bu yazıyı yazmayı bir borç biliyorum.

PS: Merak edenler için ev sahibi kuruluşumun adı "Club Voltin". Romanya'da AGH düşünüyorsanız uzak durun derim, ama benim yaptığım gibi illa da gitmek istiyorsanız göze almanız gereken şeyleri ayrıca anlatabilirim.

Nihan Kılınç

kaynak: http://kirmizibalonjoje.blogspot.com/2013/02/uc-harfin-kaynasms-en-yumiyum-hali-agh.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder