18 Mayıs 2012 Cuma

Gözde'nin Polonya Anıları



Polonya’ nın kuzeyinde, Tczew’den Merhaba! Son dakika başvuruları, heyecanlı bekleyişler ve Gökay Bey’in yardımları sonunda işte burada, gönüllülüğümün 3. ayındayım. Tüm başvuru ve kabul edilme süreci bittiğinde, “Sonunda…” diyordum, “Sonunda bitti”. Oysa yeni başlamış meğer sonunda. 9 aylık bir hikâyenin ilk 3 ayına dönüp baktığımda, gülümsediğim birçok anının başında, Polonya’ya gidişim ilk sırada. Evet, sanırım Gökay Bey’i dinleyip daha az eşya almalıydım.
Evet, ne demiştim… Uçakta başladı her şey. Biraz yolculuk, biraz ilk günlerin  izlenimleri, biraz dile alışmanın zorlukları… Tczew’den canlı canlı, gönüllünüz bildiriyor… 


-Aziz Simon-
Uçakta hüngür şakır ağlamanın ardından kafamı dağıtmak için Lehçe çalışmaya karar vermem Simon ile tanışmamı sağladı. Yolculuğumdaki ilk meleğim. 5000 kiloluk valizlerimi nasıl taşıyıp da hayatta kalırım diye düşünürken… Cevap veriyorum… Simon sayesinde  Uçaktan inince pasaport kontrolünde beni yarım saat bekleyen sevgili Simon bagajlarımla da ilgilenir, benim için dolandırılmayacağım bir taksi cağırır ve beni merkez tren istasyonuna götürmesi için taksici ile konuşur. Bitmedi. Giderken telefonunu verir ve yardıma ihtiyacım olursa arayabileceğimi söyler. Bu çocuk Aziz ilan edilmeli. Aziz Simon. 

-Warsaw Central Train Station (but where is the train)-


İngilizce bilmeyen Polonyalı Amca ve Lehçe bilmeyen ben, merkez tren istasyonundayız, valizler kaldı mı bana! Kapıya kadar 50 metre var yok ama ben nasıl kıpırdarım bunlarla bilmiyorum. Valizleri çekiştirirken gökten 2. melek ”Por favor” diyerek iner. Valizleri içeri taşır ve beni bilet satış ofisinin önünde bir saat bekleyeceğim kuyruğa doğru yönlendirir.
Bilet alınır, valizler çekiştirilir. İyi de nereden bineceğim ben şimdi bu trene? Tren yok ortada derken, yaşasın turist ofisi! Bir heyecan içeri girilip aynı hızla dışarı çıkılır. Arkadaşların turistten kasıtları yerli turist olacak ki İngilizce öğrenmeye gerek duymamışlar. 
Elimde 8+26+12 den 46 kilo eşya ve bir bilet var.  Bilet gişesinden uzaklaşan insanların aşağıya doğru inme eğilimleri gözlemlenir ve yürüyen merdivende akrobasi başlar. İndik aşağıya. Peki, hangi peron? O sırada karşılaştığım göbekli Rus Amca 10 Zloty (Polonya para birimi) karşılığı peronumu bulmaya ve valizimi perona götürmeye razı olur. Nasıl oldu bilmiyorum ama anlaştık. 
Neyse ki doğru perondayım. Buna eminim çünkü treni beklediğim 1,5 saat içinde onlarca kişiye elimdeki bileti göstermek suretiyle sordum. Evet; 1,5 saat ayakta bekledim  çünkü valizleri tekrar yukarı çıkarıp aşağıya indirmeye kalkamazdım ve oturabilecek  bir yer yoktu.  
Bir milyonuncu deneme başarılı. Sonunda benimle aynı trene binecek 2 çocuk buldum. İnanılmaz ama İngilizce biliyorlar. Tren geldi. Peron çok kalabalık ve ben çığlık atmak istiyorum. Durumu şöyle açıklayayım. Tren perona yanaştı. Yanaştı derken, vapurun iskeleye yanaşmasını ve arada kalan o boşluğu  hayal etmenizi istiyorum. Trene binebilmek için  aşmam gereken bir kalabalık, içine düşebileceğim bir boşluk, birkaç  tuhaf yüksek merdiven ve toplamda 46 kiloluk 3 valizim var. Evet, çığlık atmak istiyorum. O sırada treni sorduğum çocuklardan birisi kendi çantasını arkadaşına verir ve valizlerden birine el atar  Etti mi melek  no.3. Ben diğerini kaldırmaya çalışırken trenin içinden bir başkası bana yardım etmeye çalışır. Ortalık biraz karışır ve bu arbedede kol çantam aradaki boşluktan  rahatça rayların üzerine uçar! Aman tanrım! Ben düşsem daha iyiydi! Pasaportum, telefonum, param, bilgisayarım… Her şeyim  şu an2,5 metre aşağıda! Bu dakikada günün diğer kahramanı ortaya çıkar. Kahraman Polonyalı Amca kendini o boşluğa atarak çantamı kurtarır. Sonra biz de 3 kişi onu yukarı çekeriz. Onu seviyorum. Evet, çok seviyorum onu. 
-In the middle of nowhere-


Trene bindim. Ben ve valizimi taşımaya yardım eden çocuk hala şoktayız. Tren dolu ve daracık koridorda valizlerle ilerleyip yer bulmaya çalışıyoruz. 
Sonunda huzurlu bir kompartıman ve boş bir yer. Huzurlu kısmı ben gelene kadardı tabii. Karşılıklı olarak ancak 6 kişinin diz dize oturabileceği bir oda düşünün. Koltukların  üzerinde demirden bir raf var. Valizler oraya! Peki, ama nasıl? Ben bu valizi yerden5 cm bile kaldıramam ki! O noktada seferberlik başlıyor, herkes valizlerini kenara çekiştirerek önce benimkilere yer açıyor sonra ben elimi bile sürmeden hepsini yukarı yerleştiriyorlar. (Yukarı derken, boy standartları ile orantı olarak bana göre bir hayli yukarıdan söz ediyorum.)
Oturdum. İnanamıyorum. Yorgunluktan ölebilirim. Bunu düşünürken uyandım! Ne ara uyuduğumu bilmiyorum ama saatime göre, trene bineli 1 saat olmuş.Birkaç durak geçtik  ama ne trende bir anons var ne de istasyonların isimleri. Peki ben nerde ineceğimi nasıl bileceğim? Bu endişemi kompartıman arkadaşlarımla paylaşmam ile öğreniyorum ki İngilizce bilmiyorlar. Sözün bittiği yer!
 Tüm söylediklerimden anladıkları ya da benim tek anlatabildiğim kelime `Tczew`. Bu da yeter. Artık herkes nereye gitmek istediğimi biliyor ama oranın tam olarak nerede olduğunu bilmiyorlar.
Saat 18.00. Ayaklarım, bacaklarım ağrıdan kopmak üzere. Hareketsiz oturmanın bu kadar zor olduğunu tahmin bile edemezdim. Hala nereye gittiğimi bilmiyorum. Polonya‘nın ortasından dere tepe gidiyoruz. Hiç istasyon adı görmedim.
 Saat 19.30. Bir yerde durduk yine. Bir iletişim atağında daha bulunuyorum. Ve bu vesileyle öğreniyorum ki kompartımandaki 50 li yaslardaki teyze söylediğim her 10 kelimeden 1-2 tanesini anlayabiliyor. Çok Şükür! Beni kolumdan tutup trenden dışarı çıkarıyor. Nereye götürse gitmeye hazırım şu an. Fırsattan istifade, teyzeye ne kadar yolum kaldığını soruyorum ve aldığım cevapla dumura uğruyorum: ‘2 years!‘  2 yıl daha bu trendeyim :) 5 dakika mola ve sonra tren kalkıyor. 
  Saat 20.45. Sonunda bir istasyon ismi görüyorum. Ve güzel olan şu ki, bu istasyonun  benimkinden hemen önceki olduğunu biliyorum. Tam bu sırada yol arkadaşlarım, kendilerine Türkçe `Seni seviyorum` demeyi öğretmemi istiyor. İyi  de biz İngilizce bile anlaşamıyoruz, Türkçe nereden çıktı? Öğretiyorum. 
 Saat 21.14. Herkes kalkıp valizlerimi indiriyor. Kompartımandan başka bir kız da benimle kapıya kadar geliyor. Tren duruyor ve kızla birlikte valizleri indiriyoruz. Daha doğrusu, daha çok o indiriyor. Ona sarılmak istiyorum.
 -Tczew-

İndim! Başardım. Valizlerin yanındayım. Beni kimler karşılayacak bilmiyorum. Telefon etmeliyim. Bu sırada 4 kişi yanıma yaklaşıyor. Nasıl görünüyordum bilmiyorum  ama suratlarında şaşkın bir ifade olduğunu söyleyebilirim. İlk kelimeleri, şaşkın bir gülümsemeyle ”Welcome! ” oldu. Benim ağzımdan ilk çıkabilen ise ”Aman tanrım buradasınız. Buradayım.” oldu. Sonra ”Sizi Seviyorum” dedim. Arkasından ağlamak istedim ama hiç halim yoktu. O yüzden ”Let’s go” dedim. 
-Overdose-
Eve geldik. Ev! Mutluluktan ağlayabilirim. Kapılar, koltuk, mutfak, pencere, tuvalet! Hepsi benim! Hoş geldin komitesinin sürprizi  yorgunluk birasıydı.Üstelik yiyecek bir şeyler  bile ayarlamışlar. Bunca sefilliğin üstüne aşırı doz konfordan ölmek üzereyim. Saat 11 gibi bana veda edip gittiler.
-İlk gün-
Saat 11’de Ania, Julia ve Artur kapıda. Kısa bir şehir turu ve vakıf gezisi. Vakfın binası labirent  gibi. Kaybolursam 9 ay yolumu bulamam sanırım. 
Polonyalıların İngilizce konuşma korkusu beni olduruyor. Bir dene, değil mi? Günü kurtaran Artur. Eve dönüşte beni dondurmayla ödüllendiriyor. O beni eve bıraktıktan sonra, dışarı çıkmak için cesaretimi topluyorum. 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra kaybolmadan eve dönüyorum. Hemen şehir haritası edinmeliyim.
 -25 min ice cream-
Her şeyi XL sevdiklerini söyleyen bu arkadaşların samimiyetlerinden artık eminim. Bir dondurmayı yemek 25 dakika sürer mi? Sürdü. Tek başıma bitirmem mümkün değildi. Bu yüzden paylaştık. Ben, pantolonum, t-shirtümle hep birlikte dondurma yedik.
-The Art of Being a Stranger-

Hani “Beni kimse anlamıyor.”, ” Ama beni niye anlamıyorsunuz?” deriz ya… O öyle olmuyormuş. Evet, şimdi o cümleleri yerli yerinde kullanıyor olmanın verdiği gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, “Beni kimse anlamıyor!”
İnsanlar “Çok popüler olduğum ” için beni bir  yere davet etmeye çekiniyor. Popülarite durumunu şöyle açıklayayım. İzmir Hayvanat Bahçesindeki yavru fil İzmir gibiyim. O kadar popülerim demiyorum, onun gibi popülerim. Herkes benimle oynamak, kuyruğumu falan çekiştirmek istiyor. Konuşunca şaşırıyorlar. Diğer maharetlerimi de görmek ve yakınlarına göstermek istiyorlar. Açıkça söylüyorum bu durum çok ürkütücü. Kasabanın yeni oyuncağıyım.
-Lehçe Dersleri-
Şimdi, düşünün… Mesela çocuksunuz annenizle yürüyüşe çıkmışsınız. Mesela, gayet sakin yan yana yürüyorsunuz ve  şöyle bir diyalog gelişiyor:
Anne: Aferin çocuğum, bak ne güzel koşmadan yürüyorsun.
Çocuk: hmhm…
Anne: Koşma evladım. Koşmak iyi değil.
Çocuk: Koşmuyorum ki anne.
Anne: Aferin. Çocuklar böyle durumlarda genelde koşuyor. Koşmamalısın. Bu doğru değil.
Çocuk: Peki.
İşte bu senaryo benim lehçe derslerimin özeti! Simdi bunu uyarlayalım…
Öğretmen: Aferin. Ne güzel okudun.
Ben: hmhm. Teşekkürler.
Öğretmen: Bu ‘do’. Bunu ‘du’ olarak okumamalısın. ingilizcedeki ‘du’ diil bu.
Ben: Öyle okumadım ki
Öğretmen: Aferin. Genelde bunu böyle okuyorlar. Bu ‘du’ değil , ‘do’!
Ben: ‘do’
Öğretmen: ‘do’
Ben: Peki. ‘dooooooo…’
-Artur and Tarzan-
Ampul bozuldu. Olsun. Yalnız yaşıyorum ve pek çok kez ampul değiştirdiğim için bununla baş edebilirim sandım! Tavandan sarkan ahşabın ucunda 4 tane karpuz var. Yapacağım tek şey lambayı çevirerek çıkarmak ve ampule ulaşmak. Sandalyenin üzerine çıkılır. Kollar havaya… çevir.çevir…çevir. No way! Vazgeçtim. Karanlıkta oturmak istiyorum. 
Kurtarılmaya ihtiyacım var. Artur ve Bartek’e mesaj atıyorum. Lambayla ilgili sorunu, orada tuhaf bir şekilde asılı durduğunu, pazartesi gelip beni kurtarmalarını, aksi halde bir silah alıp onu vurmayı düşündüğümü söylüyorum. Silah konusunda sakin olmamı ve pazartesi sorunumu çözeceklerini söylüyorlar.
Bu sabah ofise geliyorum ve Artur’ la konuşunca gülmekten karnıma ağrılar giriyor. Çünkü İngilizcesi çok da iyi olmayan  Artur mesajımı ilk okuduğunda hayal gücü devreye giriyor, lambaya asılı kalanın ben olduğumu ve oradan mesaj attığımı düşünüyor. Aferin Artur! Bir daha lambaya asılı kaldığımı düşünürsen, beni kurtarmak için Pazartesi’yi bekleme, olmaz mı?

-Ne öğrendik..? -
Yürüyoruz. İyi  de, bir şey söylemem lazım. Bir şey söylemek için önce onu kafamda tasarlayıp uygun sesleri bulmam lazım. Bunun için zamana ihtiyacım var. Öyle pat diye söyleyemem. Grup da kalabalık... O halde önce dikkatlerini çekmem lazım.  'Bekleyin' demeye karar veriyorum. Ya da belki önce yanımdakinin dikkatini çekmeyi başarmalıyım. 'Bekle'!
'Cemay'! Yok, bu olmadı. ama eminim böyle bişiydi. Ufak bir değişiklik yapmaya karar veriyorum.  'Ceday'!   Yanımdaki kız bana baktı! Demek ki doğru yoldayım. Bu kez ısrarcı olacağım. 'Ceday, ceday...'
Natalia'nın yüzünden anlıyorum ki  yanlış bişi yapıyorum ama yok yani daha fazla yaklaşamıyorum. Haydaaaa...Kız Starwars'dan falan bahsetmeye başladı. Bir yerde yanlış yapıyorum ama... Bir aydınlanma ifadesiyle Natalia kahkahalara boğulur! 'Czekaj'! Konuyu starwars'a getirerek yeni bir sohbet konusu başlatmış olmak güzeldi ama amacın hayli uzağındaydı. Olsun :)  Sonunda buldum. 'Czekaj'! 10 dakika sürmüş olsa da sonunda sesimi duyurdum.
Bu vesileyle, ben, bilinçaltım, bilinç üstüm, alt-üst olmuş bilincim, hep beraber öğrendik ki, dil öğrenmenin öncelikli amacı derdini anlatmakmış. hal böyleyken, kafa göz yara yara konuşmak da mubahmış!
Gözde ÖZGEN

4 yorum:

  1. Yaşadıklarını çok güzel ifade etmişsin. Tüm bu zorlukları göze alabildiğin için seni ve cesaretini kutluyorum :) Mutlu AGH'ler!

    YanıtlaSil
  2. "Arkasından ağlamak istedim ama hiç halim yoktu." bu cümleyi çok sevdim :) ellerine sağlık , devamını da bekleriz ona göre..

    YanıtlaSil
  3. Teşekkürler arkadaşlar :) kafamı toplar toplamaz, bir İzmirlinin "kar" gördüğündeki tepkileri ve "karda yürüme üzerine deneysel çalışmaları" olarak devam ettireğim anılarımı. evet, anladıgınız üzere hayatta kaldım :) sevgiler...

    YanıtlaSil
  4. Harika bir şekilde ifade etmişsin :) Teşekkürler Gözde ;)

    YanıtlaSil