Gönüllü olun ki, farklılıklarla kavrulun!
Merhaba,
Hayatımın
en farklı dönemlerinden biri Avrupa Gönüllü Hizmeti’nde bulunduğum zamandı.
“Engelli Kazanır, İnsanlık Kazanır” projesi kapsamında 2014 yaz döneminde iki
ay boyunca Polonya’nın Milicz kasabasında bulundum. Aslında iki ayın tamamını
burada geçirmedim. Bütün izinlerimi Avrupa’nın farklı şehirlerini görmek için
fırsat bildim ve sürekli ‘yolcudur Abbas, bağlasan durmaz’ modunda gezdim
durdum.
Viyana- Belvedere Sarayı
Hepsinden önce Milicz’e ulaşana kadar olan maceramı anlatmak istiyorum. İstanbul’da yaşıyorum, ancak gönderen kuruluşumun ve birlikte gönüllülük yapacağım arkadaşımın Ankara’da olmasından dolayı uçağım Ankara’dan hareket edecekti. Sabah çok erken vakitte hareket edecek uçağıma yetişmek için İstanbul’dan yola çıktım. Sabaha karşı 5’te, uçağımız Münih’e doğru hareket etti. Münih aktarmalı Polonya uçağı arasında da biraz bekleme saati vardı. Yolda uyuyamama gibi bir durumum olduğundan uykusuzluktan bitap düşmüş vaziyette bekleme salonuna kıvrıldım. Saat geldiğinde diğer uçakla Varşova’ya indik. Ancak bizim gideceğimiz kasaba Wroclaw şehrinde bulunmakla birlikte Varşova’ya yaklaşık 6 saat uzaklıktaydı. Akşamüzerine doğru araba bulduk, Wroclaw’dan Milicz’e varma süremizde ortala bir buçuk saat oldu. Milicz’e vardığımızda gece saat 11 olmuştu. Ve ben yaklaşık 30 saattir yoldaydım. Bitkin, halsiz, neden buradayım dermişçesine…
Bir
saat sonra ertesi gün olacaktı ve tabii ki benim doğum günümdü… Sevdiklerimden
uzakta olmamın burukluğunu yaşamadığımı söylesem yalan olurdu. Ama bambaşka bir
deneyim yaşıyordum. Bu da bana çok güzel bir hediye idi. O gün koordinatörümüz
bize Milicz’i gezdirip biraz fikir sahibi olmamızı sağladı. Çalışacağımız kreşe
gittik. Diğer gönüllülerle tanıştık. İtiraf edeyim beklediğimden de küçük bir
kasabaydı. Projeye tanıdık bir arkadaşımla gitmek elbette bir avantajdı. Ancak
farklı yerlerde kalmak zorunda kaldık. Benim evimin kenarında insana huzur
veren küçük bir göl vardı. Bu da benim mutlu olmama yetmişti. Evimde ise ikisi
de uzun dönem gönüllüsü İspanyol kız ile İtalyan erkek vardı. Gayet arkadaş
canlısıydılar. Burada kaldığım sürece onların kültürlerine, ülkelerine dair
birçok şey öğrendim. En çok da artık o ülkelere gittiğimde kapılarını
çalabileceğim birçok insan var. Koordinatörümüz bize birer de bisiklet
vermişti. Zaten küçük bir yerdi ama bisikletle gitmek istediğimiz yere anında
varıyor olmak mükemmel bir şeydi. Döndüğümde özlediğim şeyler arasında yerini
almıştı.
Gönüllülük
yapacağımız kreşte dezavantaj olarak gördüğüm sadece bir animatör İngilizce
biliyordu. Ondan başka kimseyle anlaşamıyorduk. Keza çocuklarda İngilizce
bilmediğinden beden dili ve bizim öğrendiğimiz birkaç Lehçe kelime ile iletişim
kuruyorduk. Bir de sevgi dilini unutmamak gerek. Kreşteki koordinatörümüz
çocuklara yeni gönüllü olduğumuzu ve onlarla ilgileneceğimizi söyledikten sonra
çocuklar teker teker yanımıza gelip sarılmaya başladılar. Birlikte dans
ediyorduk, hoplayıp zıplayıp bütün enerjimizi atıyorduk. Kreşte her türlü imkân
vardı. Resimler çizip, boyamalar yapıyorduk. Çocuk deyip geçmemek gerek, öyle
ucu bucağı olmayan hayal dünyaları var ki bu süreçte onlardan neler öğrendim
neler. Bir tek tiyatro sürecinde onlarla birlikte olamadım, çünkü direkt
diyalog gerektirdiğinden anlaşmamız imkânsızdı. Kalan zamanım onlarla
mükemmeldi.
Kreşte minik afacanlarımla
Milicz’e
özgü bir balık türünün sergi hazırlıklarında bulunduk. Sergiye ait
fotoğrafların yerleştirilmesi, mekân hazırlıklarıyla ilgilendik. Sergiye
katıldığımızda sadece fotoğraflarda gördüğümüz balığın enfes tadına bakmak
bütün uğraşlarımıza değdiğinin kanıtıydı.
Polonyalı
bir arkadaşımız Pierogi diye tabir edilen mantının büyüğü, biraz tatlı, içinde
peynir veya patates gibi harçların bulunduğu yemeği bizim için hazırladı.
Açıkçası ilk gördüğümde mantı gibi bir şey hayal ettiğim için tadına baktığımda
hayal kırıklığı yaşadım. Farklı mutfakları öğrenmek konusunda da AGH büyük bir
fırsattı. Ancak benim en zorlandığım konu yemekti. Çok titiz davrandığım ve
domuz eti ve ürünlerini tüketmediğimden çok ince eleyip sık dokuyordum. Çünkü
bu ülkede insanlar kahvaltı da bile onları tüketiyordu. Genellikle ton balığı
ve vejetaryen pizza tükettiğimden Türkiye’ye döndüğümde uzunca bir müddet
görmek istemediğim şeyler arasına girmişti. Bir de oradakilere menemeni
öğretmiştim. Bayağı severek yediklerinden de mutlu olmuştum. Unutmadan,
Milicz’de döner dükkânı işleten (her ne kadar dönere kebap deseler de) Tunuslu
abimin özellikle Türklere karşı sempatisi vardı. Ve biz genelde yemeklerimizi
orada yiyorduk. Kendisi de çok yardımcı oluyordu bize, güveniyorduk kendisine
de. Onun misafirperverliği de çok iyidi.
Bir
avantajımda kreş yaz döneminde olduğundan bir hafta çocuklar geliyordu, diğer
hafta komple kreş tatil oluyordu. Haliyle biz de izinli oluyorduk. Bu fırsat
kaçar mı deyip yol iz bilmeden düştük yollara. İlk durağımız Berlin oldu. Gece
yolcuğu yapmıştık, uykumuzu tam alamadan sabahın köründe Berlin sokaklarında
dolanıyor bulduk kendimizi. İnternetten gezilmesi gereken yerlerin listesini
yaptığımız için sadece adres bulmaya çalışıyorduk. O da hiç zor olmadı. Tüm gün
görmemiz gereken her ne varsa gördük gibi. Ancak akşamüzerine doğru bitkin
düştük. Bu geceyi burada geçireceğimizden geceyi geçirmek adına yer aramaya
başladık. Bulduklarımız genelde dolu veya çok pahalı oluyordu. Tam ümidi
kesmişken yol üzerinde bir yere rastladık. Adam şaşırtıcı bir şekilde ucuz bir
fiyata konaklayabileceğimizi söyledi. Enerji toplamak adına 2 saatlik güzel bir
uykunun ardından tekrar yola çıkacaktık ki, Avrupa’nın değişken iklimiyle
tanıştık. Yağmur yağıyordu. Bu sefer biraz daha bilerek ve dinlenmişliğin
verdiği mutlulukla dolaşıyorduk caddeleri. Kendimizi birden sokak festivalinde
bulduk. Pandomimler, sihir gösterileri, danslar vs. Bu geceyi de bu şekilde
geçirip ertesi gün aklımızda olan Hollanda’ya geçmekti. Ertesi gün bilet
alımlarını son ana bıraktığımızdan ve yaz sezonu olmasından kaynaklı yer
bulmakta zorluk çektik. Biletlerimizi alıp kalan zamanımızda Berlin’in insanı
şehirden koparıp doğayla iç içe bıraktığı bir parkında bulduk kendimizi.
Berlin’de olduğumuz süre içinde de kendimizi Türkiye’den uzakta hissetmedik.
Çünkü her yerde Türkler vardı.
Hollanda’ya
uzun bir yolculuk sonrasında geldiğimizde arkadaşımın kuzeni karşıladı bizi.
Çok yorgun olmamızdan ve akşamüzeri vardığımızdan kısa bir Amsterdam turu
ardından eve dinlenmeye geçtik. Fakat ondan sonraki günlerde Amsterdam,
Rotterdam ve Nijmegen şehirlerinin altını üstüne getirdik dört gün boyunca.
Yanımızda bilen birilerinin olmasından dolayı yol iz aramak zorunda kalmadık.
İçlerinde Amsterdam sivrilen bir şehirdi. Kanallarıyla da mükemmel bir
görüntüsü vardı. Bir gün “I Amsterdam” yazısının olduğu yeni yeri aramakla
geçirdik. Ama sonunda harikulade anı mahiyetinde fotoğraflarımız oldu. Kısacası
değdi. Tatilin sonuna gelmiştik, mükemmel bir hafta geçirdikten sonra
Polonya’ya dönüş başlamıştı.
Bisiklet turundan
Bir
sonraki izin zamanımda istikamet Avusturya olmuştu. Sanat kokan Viyana
sokaklarında tek başıma kalmıştım. Bütün gün elimde nerelere gidilir, neler
yapılır diyerek geziniyordum. Ve de birilerine sürekli fotoğrafımı çekmeleri
için ricada bulunuyordum. Bir gün Statdpark’da buldum kendimi. Çeşmeleriyle ve
birçok sanatçının heykelinin bulunmasıyla ünlü bir yerdi. Yediden yetmişe,
yerli halktan turistlere kadar her kesimden insan vardı. Herkes kendi halinde
çok eğleniyordu. Akordeon çalan sokak sanatçılarından birini dinliyorken yaşlı
bir çift kalkıp dans etmeye başladı. Gerçekten eğitimli olduklarını düşünmemek
elde değildi. O anda birisinin de beni dansa davet etmesi hoşuma gitmişti.
Kendimi ortada müziğin ritmine kaptırmış bir vaziyette bilmediğim bir şehirde,
tanımadığım biriyle dans ederken buldum. E buraya kadar gelmişken dönüş
günümden önce Slovakya’ya günü birlik bir tura çıktım. Zaten bir günde
gezilebilecek bir yerdi Bratislava. Tabii yağmurun yağmasıyla da bir günden
daha kısa bir zamanda bitmişti bu tur da.
Diğer
izin zamanlarımda da Polonya içindeki diğer şehirleri gezme fırsatımız oldu.
Auschwitz Kampı’nı (Nazi döneminin en büyük toplama ve imha kampı) görmek için
Birkenau’ya gittik. Tüyler ürpertici olaylar yaşanmıştı burada, utanç verici
bir insanlık tarihiydi başlı başına.
Parti zamanı
Bu
süreç boyunca internetsiz yaşamayı da öğrenmiştim bir nevi. Telefon olmadan
sosyalleşebilmek de buna dâhil. Tabii ki Wi-fi bulduğumda telefonumla hemen
bağlanıp sosyal medyada sörf yapıyordum. Bu kadar da olsun ama değil mi?
Globalleşen dünyanın harika nimetlerinden ne de olsa internet.
Elde
olmayan sebeplerden son haftaya kalan Türk gecesi için Türkiye’den Türk kahvesi
ve lokum getirmiştik. Bazı arkadaşlarımıza ulaştığımızda başka planları
olduğundan katılamamışlardı. Gelen arkadaşlarla ve koordinatörümüzle Türk
müzikleri eşliğinde, Türk gelenek göreneklerini anlatarak Türk gecesini
gerçekleştirdik. Son partimizdi bu da.
Peki,
geriye dönüp baktığımda heybemde neler kalmıştı? Her şeyden önce bakış açınızın
değiştiğini fark edeceksiniz. Ön yargılarınızı kıracaksınız. Kendinize olan
güveniniz artacak. Bunlarla birlikte heybemde kalanlar; gezdiğim ülkeler,
otobüs yolculuklarımdan kalan biletler, yaklaşık 5 bin fotoğraf, farklı
lezzetler, birbirinden güzel insanlar, son geceki Milicz festivali, Francisco’nun
veda partisi, komik anlar, ve aklıma gelmeyen nicesi…
Böylece
çok fazla tarihi-kültürel gezi yapma fırsatım olmuştu. Projenin son ayına
geldiğimde bir yandan üzülüyordum, bir yandan da sevdiklerime kavuşma düşüncesiyle
mutlu oluyordum. Havalar son hafta çok fazla yağışlıydı. Yaz bitmişti. Eve
dönüş vakti gelmişti. Ve yine sancılı 30 saat geçirerek evime varmıştım. Çok
yorgundum. Çok fazla anlatacak şeyler birikmişti. Bu yüzden yorgunluğu unutup
ailemle hasret gidermiştim.
AGH
düşünen arkadaşlara tavsiyem fazla düşünmeyin. Hayatınızın bir dönemini
bambaşka biri olarak yaşama fırsatınız varsa, yaşayın. İnsan evrensel bir
varlıksa öyle de yaşamalı. Farklı kültürlerle harmanlanmalı, kendi kültürünü
tanıtmalı. Avrupa Gönüllü Hizmeti de bunun için biçilmiş bir kaftan en
nihayetinde.
Gönüllü
olun ki, farklılıklarla kavrulun!
Kübra
AKADIR – İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder