3 Aralık 2014 Çarşamba

Benim AGH Hikâyem

Gönüllü olun ki, farklılıklarla kavrulun!
Merhaba,
                Hayatımın en farklı dönemlerinden biri Avrupa Gönüllü Hizmeti’nde bulunduğum zamandı. “Engelli Kazanır, İnsanlık Kazanır” projesi kapsamında 2014 yaz döneminde iki ay boyunca Polonya’nın Milicz kasabasında bulundum. Aslında iki ayın tamamını burada geçirmedim. Bütün izinlerimi Avrupa’nın farklı şehirlerini görmek için fırsat bildim ve sürekli ‘yolcudur Abbas, bağlasan durmaz’ modunda gezdim durdum.
Viyana- Belvedere Sarayı
               
Hepsinden önce Milicz’e ulaşana kadar olan maceramı anlatmak istiyorum. İstanbul’da yaşıyorum, ancak gönderen kuruluşumun ve birlikte gönüllülük yapacağım arkadaşımın Ankara’da olmasından dolayı uçağım Ankara’dan hareket edecekti. Sabah çok erken vakitte hareket edecek uçağıma yetişmek için İstanbul’dan yola çıktım. Sabaha karşı 5’te, uçağımız Münih’e doğru hareket etti. Münih aktarmalı Polonya uçağı arasında da biraz bekleme saati vardı. Yolda uyuyamama gibi bir durumum olduğundan uykusuzluktan bitap düşmüş vaziyette bekleme salonuna kıvrıldım. Saat geldiğinde diğer uçakla Varşova’ya indik. Ancak bizim gideceğimiz kasaba Wroclaw şehrinde bulunmakla birlikte Varşova’ya yaklaşık 6 saat uzaklıktaydı. Akşamüzerine doğru araba bulduk, Wroclaw’dan Milicz’e varma süremizde ortala bir buçuk saat oldu. Milicz’e vardığımızda gece saat 11 olmuştu. Ve ben yaklaşık 30 saattir yoldaydım. Bitkin, halsiz, neden buradayım dermişçesine…

                Bir saat sonra ertesi gün olacaktı ve tabii ki benim doğum günümdü… Sevdiklerimden uzakta olmamın burukluğunu yaşamadığımı söylesem yalan olurdu. Ama bambaşka bir deneyim yaşıyordum. Bu da bana çok güzel bir hediye idi. O gün koordinatörümüz bize Milicz’i gezdirip biraz fikir sahibi olmamızı sağladı. Çalışacağımız kreşe gittik. Diğer gönüllülerle tanıştık. İtiraf edeyim beklediğimden de küçük bir kasabaydı. Projeye tanıdık bir arkadaşımla gitmek elbette bir avantajdı. Ancak farklı yerlerde kalmak zorunda kaldık. Benim evimin kenarında insana huzur veren küçük bir göl vardı. Bu da benim mutlu olmama yetmişti. Evimde ise ikisi de uzun dönem gönüllüsü İspanyol kız ile İtalyan erkek vardı. Gayet arkadaş canlısıydılar. Burada kaldığım sürece onların kültürlerine, ülkelerine dair birçok şey öğrendim. En çok da artık o ülkelere gittiğimde kapılarını çalabileceğim birçok insan var. Koordinatörümüz bize birer de bisiklet vermişti. Zaten küçük bir yerdi ama bisikletle gitmek istediğimiz yere anında varıyor olmak mükemmel bir şeydi. Döndüğümde özlediğim şeyler arasında yerini almıştı.

                Gönüllülük yapacağımız kreşte dezavantaj olarak gördüğüm sadece bir animatör İngilizce biliyordu. Ondan başka kimseyle anlaşamıyorduk. Keza çocuklarda İngilizce bilmediğinden beden dili ve bizim öğrendiğimiz birkaç Lehçe kelime ile iletişim kuruyorduk. Bir de sevgi dilini unutmamak gerek. Kreşteki koordinatörümüz çocuklara yeni gönüllü olduğumuzu ve onlarla ilgileneceğimizi söyledikten sonra çocuklar teker teker yanımıza gelip sarılmaya başladılar. Birlikte dans ediyorduk, hoplayıp zıplayıp bütün enerjimizi atıyorduk. Kreşte her türlü imkân vardı. Resimler çizip, boyamalar yapıyorduk. Çocuk deyip geçmemek gerek, öyle ucu bucağı olmayan hayal dünyaları var ki bu süreçte onlardan neler öğrendim neler. Bir tek tiyatro sürecinde onlarla birlikte olamadım, çünkü direkt diyalog gerektirdiğinden anlaşmamız imkânsızdı. Kalan zamanım onlarla mükemmeldi.
Kreşte minik afacanlarımla
                Milicz’e özgü bir balık türünün sergi hazırlıklarında bulunduk. Sergiye ait fotoğrafların yerleştirilmesi, mekân hazırlıklarıyla ilgilendik. Sergiye katıldığımızda sadece fotoğraflarda gördüğümüz balığın enfes tadına bakmak bütün uğraşlarımıza değdiğinin kanıtıydı.
                Polonyalı bir arkadaşımız Pierogi diye tabir edilen mantının büyüğü, biraz tatlı, içinde peynir veya patates gibi harçların bulunduğu yemeği bizim için hazırladı. Açıkçası ilk gördüğümde mantı gibi bir şey hayal ettiğim için tadına baktığımda hayal kırıklığı yaşadım. Farklı mutfakları öğrenmek konusunda da AGH büyük bir fırsattı. Ancak benim en zorlandığım konu yemekti. Çok titiz davrandığım ve domuz eti ve ürünlerini tüketmediğimden çok ince eleyip sık dokuyordum. Çünkü bu ülkede insanlar kahvaltı da bile onları tüketiyordu. Genellikle ton balığı ve vejetaryen pizza tükettiğimden Türkiye’ye döndüğümde uzunca bir müddet görmek istemediğim şeyler arasına girmişti. Bir de oradakilere menemeni öğretmiştim. Bayağı severek yediklerinden de mutlu olmuştum. Unutmadan, Milicz’de döner dükkânı işleten (her ne kadar dönere kebap deseler de) Tunuslu abimin özellikle Türklere karşı sempatisi vardı. Ve biz genelde yemeklerimizi orada yiyorduk. Kendisi de çok yardımcı oluyordu bize, güveniyorduk kendisine de. Onun misafirperverliği de çok iyidi.

                Bir avantajımda kreş yaz döneminde olduğundan bir hafta çocuklar geliyordu, diğer hafta komple kreş tatil oluyordu. Haliyle biz de izinli oluyorduk. Bu fırsat kaçar mı deyip yol iz bilmeden düştük yollara. İlk durağımız Berlin oldu. Gece yolcuğu yapmıştık, uykumuzu tam alamadan sabahın köründe Berlin sokaklarında dolanıyor bulduk kendimizi. İnternetten gezilmesi gereken yerlerin listesini yaptığımız için sadece adres bulmaya çalışıyorduk. O da hiç zor olmadı. Tüm gün görmemiz gereken her ne varsa gördük gibi. Ancak akşamüzerine doğru bitkin düştük. Bu geceyi burada geçireceğimizden geceyi geçirmek adına yer aramaya başladık. Bulduklarımız genelde dolu veya çok pahalı oluyordu. Tam ümidi kesmişken yol üzerinde bir yere rastladık. Adam şaşırtıcı bir şekilde ucuz bir fiyata konaklayabileceğimizi söyledi. Enerji toplamak adına 2 saatlik güzel bir uykunun ardından tekrar yola çıkacaktık ki, Avrupa’nın değişken iklimiyle tanıştık. Yağmur yağıyordu. Bu sefer biraz daha bilerek ve dinlenmişliğin verdiği mutlulukla dolaşıyorduk caddeleri. Kendimizi birden sokak festivalinde bulduk. Pandomimler, sihir gösterileri, danslar vs. Bu geceyi de bu şekilde geçirip ertesi gün aklımızda olan Hollanda’ya geçmekti. Ertesi gün bilet alımlarını son ana bıraktığımızdan ve yaz sezonu olmasından kaynaklı yer bulmakta zorluk çektik. Biletlerimizi alıp kalan zamanımızda Berlin’in insanı şehirden koparıp doğayla iç içe bıraktığı bir parkında bulduk kendimizi. Berlin’de olduğumuz süre içinde de kendimizi Türkiye’den uzakta hissetmedik. Çünkü her yerde Türkler vardı.
                Hollanda’ya uzun bir yolculuk sonrasında geldiğimizde arkadaşımın kuzeni karşıladı bizi. Çok yorgun olmamızdan ve akşamüzeri vardığımızdan kısa bir Amsterdam turu ardından eve dinlenmeye geçtik. Fakat ondan sonraki günlerde Amsterdam, Rotterdam ve Nijmegen şehirlerinin altını üstüne getirdik dört gün boyunca. Yanımızda bilen birilerinin olmasından dolayı yol iz aramak zorunda kalmadık. İçlerinde Amsterdam sivrilen bir şehirdi. Kanallarıyla da mükemmel bir görüntüsü vardı. Bir gün “I Amsterdam” yazısının olduğu yeni yeri aramakla geçirdik. Ama sonunda harikulade anı mahiyetinde fotoğraflarımız oldu. Kısacası değdi. Tatilin sonuna gelmiştik, mükemmel bir hafta geçirdikten sonra Polonya’ya dönüş başlamıştı.

Bisiklet turundan
                Bir sonraki izin zamanımda istikamet Avusturya olmuştu. Sanat kokan Viyana sokaklarında tek başıma kalmıştım. Bütün gün elimde nerelere gidilir, neler yapılır diyerek geziniyordum. Ve de birilerine sürekli fotoğrafımı çekmeleri için ricada bulunuyordum. Bir gün Statdpark’da buldum kendimi. Çeşmeleriyle ve birçok sanatçının heykelinin bulunmasıyla ünlü bir yerdi. Yediden yetmişe, yerli halktan turistlere kadar her kesimden insan vardı. Herkes kendi halinde çok eğleniyordu. Akordeon çalan sokak sanatçılarından birini dinliyorken yaşlı bir çift kalkıp dans etmeye başladı. Gerçekten eğitimli olduklarını düşünmemek elde değildi. O anda birisinin de beni dansa davet etmesi hoşuma gitmişti. Kendimi ortada müziğin ritmine kaptırmış bir vaziyette bilmediğim bir şehirde, tanımadığım biriyle dans ederken buldum. E buraya kadar gelmişken dönüş günümden önce Slovakya’ya günü birlik bir tura çıktım. Zaten bir günde gezilebilecek bir yerdi Bratislava. Tabii yağmurun yağmasıyla da bir günden daha kısa bir zamanda bitmişti bu tur da.
                Diğer izin zamanlarımda da Polonya içindeki diğer şehirleri gezme fırsatımız oldu. Auschwitz Kampı’nı (Nazi döneminin en büyük toplama ve imha kampı) görmek için Birkenau’ya gittik. Tüyler ürpertici olaylar yaşanmıştı burada, utanç verici bir insanlık tarihiydi başlı başına.
Parti zamanı
                Bu süreç boyunca internetsiz yaşamayı da öğrenmiştim bir nevi. Telefon olmadan sosyalleşebilmek de buna dâhil. Tabii ki Wi-fi bulduğumda telefonumla hemen bağlanıp sosyal medyada sörf yapıyordum. Bu kadar da olsun ama değil mi? Globalleşen dünyanın harika nimetlerinden ne de olsa internet.
                Elde olmayan sebeplerden son haftaya kalan Türk gecesi için Türkiye’den Türk kahvesi ve lokum getirmiştik. Bazı arkadaşlarımıza ulaştığımızda başka planları olduğundan katılamamışlardı. Gelen arkadaşlarla ve koordinatörümüzle Türk müzikleri eşliğinde, Türk gelenek göreneklerini anlatarak Türk gecesini gerçekleştirdik. Son partimizdi bu da.
                Peki, geriye dönüp baktığımda heybemde neler kalmıştı? Her şeyden önce bakış açınızın değiştiğini fark edeceksiniz. Ön yargılarınızı kıracaksınız. Kendinize olan güveniniz artacak. Bunlarla birlikte heybemde kalanlar; gezdiğim ülkeler, otobüs yolculuklarımdan kalan biletler, yaklaşık 5 bin fotoğraf, farklı lezzetler, birbirinden güzel insanlar, son geceki Milicz festivali, Francisco’nun veda partisi, komik anlar, ve aklıma gelmeyen nicesi…
                Böylece çok fazla tarihi-kültürel gezi yapma fırsatım olmuştu. Projenin son ayına geldiğimde bir yandan üzülüyordum, bir yandan da sevdiklerime kavuşma düşüncesiyle mutlu oluyordum. Havalar son hafta çok fazla yağışlıydı. Yaz bitmişti. Eve dönüş vakti gelmişti. Ve yine sancılı 30 saat geçirerek evime varmıştım. Çok yorgundum. Çok fazla anlatacak şeyler birikmişti. Bu yüzden yorgunluğu unutup ailemle hasret gidermiştim.
                AGH düşünen arkadaşlara tavsiyem fazla düşünmeyin. Hayatınızın bir dönemini bambaşka biri olarak yaşama fırsatınız varsa, yaşayın. İnsan evrensel bir varlıksa öyle de yaşamalı. Farklı kültürlerle harmanlanmalı, kendi kültürünü tanıtmalı. Avrupa Gönüllü Hizmeti de bunun için biçilmiş bir kaftan en nihayetinde.
                Gönüllü olun ki, farklılıklarla kavrulun!

                                                                                                                             Kübra AKADIR – İstanbul


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder